Gülümsemeye Söz Veriyorum…

03 Temmuz 2011

Leo Buscaglia der ki, “Günün başlangıcındaki ruhsal durumunuz, o gün ilişkide bulunduğunuz herkesi etkiler.” Ruhsal durumuzun düşünceleriniz kadar bakışlarınızdan da etkilendiğini biliyor olmalısınız. Günün sabahında yüzümüzden yansıyan duygu, günün akşamına kadar yaşadıklarımızı şekillendirecek. Ya mutluluk saçacağız çevremize ya da üzüntünün yayıcısı olacağız.

Bazı insanlar canlı, heyecanlı ve güler yüzlüdürler. Onların çalışma azmiyle dolu olduklarını görürsünüz. Bakışları ışıl ışıl parıldar. Seslerinden heyecan fışkırır. Çünkü hedefleri vardır; çünkü ideallere adanmışlardır; çünkü anlamlı işler uğrunda uykularını terk etmeye gönüllüdürler. Karamsarların düşünmediğini düşünürler.

Gününüze nasıl başladığınızı anlamak için yarım saat düşünme fırsatınız oldu mu? Örneğin bu sabah aynaya baktınız mı? Evinizden çıkarken aile üyelerinize nasıl baktığınızı hatırlıyor musunuz? Yoksa gözleri fark etmediniz mi ve nasıl baktıklarını görmediniz mi? Fark etmeyenler, fark edilmeyi hak etmiyorlar. İnsan aynadır; karanlık olan karartır, parlak olan aydınlatır.

Kalabalık şehirlerin sabahındaki şu gürültülü koşuşturmaları izleyin. Eğilmiş başlar, nereye baktığını bilmeyen gözler… Donuk simalar, gülücükten mahrum, umutsuz, bezgin, bitkin, şefkate muhtaç garipler göreceksiniz. Kim bilir, hangi sınavın sorusunu, hangi arabanın taksitini düşünüyorlar?

Oysa küçük kuşlar, sabahın ilk ışıklarında, ağaçların dalları arasında ibadet edercesine dans etmeye girişmişlerdi. Ekipler halinde uçuşmuşlar, konuşmuşlar; hareketlerinden neşe, seslerinden huzur okumuştunuz. Bir dakikalarını bile durgun ve donuk geçirmediklerini görmüştünüz. Fırtınaysa, onlar açıkta; sıcaksa, onların serinleticisi yok. Yiyecekse, kışlık bir şeyler depolayamazlar. İçten şükreden gönüller için her sabah bir bahardır, bir diriliştir. Bugün niceleri bu sabahı göremediler.

Biliyoruz ki insan sevinenle sevinecek; üzülenle üzülecek kadar engin bir ruhla yaratılmıştır. Ama bu insan evsiz serçeden, arabasız arıdan daha umutsuz, daha bitkin olmamalıdır.

Gerçekte mutluluk başkalarına verilebilecekler arasında en ucuzu ve en kolayı olduğu halde en değerlisidir. Saygı ve sevgi bakışı yeter. Yüzüne baktığınızda kalbinize heyecan veren, mutluluk saçan bir insan varsa ondan kaçmazsınız. Ümidi öyle insanların gözlerinde bulur, şefkati onların sözlerinde tadarsınız. Kibir dostluğu katleder.

Bugün yüzüne baktığınız kaç kişiyi gülümsettiniz? Sevinçli selamınızı ruhundan okuyan kaç kişi sesinizi duyma bahtiyarlığına erişti? Kaç kişiyi bir yığın dert arasından çekip huzura çıkardınız?

Ya da kaç kişiye ilk yüzleştiğiniz otobüs durağında somurttunuz? İş yerinize girer girmez, kaç mesai arkadaşınıza “seni önemsemiyorum, sevmiyorum ey paçavra!” anlamına gelen boş bir bakışla “günaydın!” deyiverdiniz.

Herkes ve her şey sevgi bekler. Evrenin Yaratıcısı bile, sevgisine ve lütfuna karşılık sevgi bekliyor yarattıklarından. Sehpanızın üzerindeki menekşe bile, günler ve geceler boyunca, “beni sevin” diye yalvarıyor.

Şehirlerin sevgisiz, saygısız sokaklarında savrulmak zorunda kalan insanlar, kalplerini karamsarlığa kaptırıyorlar. Bizler taştan dağlara dönüşen dargınlıklarımızı, gittiğimiz yerlere taşımakta neden bu kadar ısrarcıyız?

İslam Peygamberi (Aasm) insanlara öyle iyi davranırdı ki, herkes en çok kendisini sevdiğini sanırdı. Hz. Ali (Ra) der ki, “İnsanlara öyle iyi davranınız ki, düşmanlarınız bile ölümünüze ağlasınlar.”

Öyleyse kendime söz veriyorum, duvara bile bol bol gülümseyerek bakacağım. İnsanlara, hayvanlara, bitkilere, yıldızlara gözlerimle gülümseyeceğim. Yapayalnız mıyım? Olsun. Beni izleyen sevgili meleklerin hafızasında da, somurtkan bilinmek istemem. Bu bazen ikiyüzlülük mü olur? Karanlık bir kalbi gülümseyen gözlerde gizlemek şerefli bir ikiyüzlülüktür.

Dr Muhammed BOZDAĞ


Bağa Bak Üzüm Olsun, Yemeye Yüzün Olsun!

04 Kasım 2010

Mustafa Kutlu geçen gün memleket meselelerine bir miktar ara verip meyveleri anlatmayı seçti köşesinde. Uzun zamandır benim adı ile tadı arasında ilgi kurmaya çalıştığım bir şeydi bu meyveler bahsi. Sinop’ta evimizin etrafını saran, dalları pencerelerimize değen bin bir çeşit meyveden nasiplenerek gelmiştim ne de olsa. Kutlu’nun seçtiği meyveler arasında gözüm en çok üzüme takıldı. “Üzüm üzüme baka baka kararır” derler. Benim de gözüm üzüme baka baka kararmaya başladı. Bu gözü karalıkla, etrafı meyvelerle çevrili bu konunun doruklarına çıkıverdim. Daha adımımı ağaçtan yana atmamıştım ki, bir atalar sözü kafama takıldı: “Meyvesi olan ağacı taşlarlar!” Şimdi sen üzüm ol da bu iddialı sözün altında ezilme. Meyvegillerden bir meyve olarak üzümün taşlanacak neresi vardır diye sormadan edemiyor insan. Ne diyelim yani şimdi? “Atasözünü kullan, hikmetini sorma” mı, yoksa “Üzümü ye bağını boş ver” mi?

Bana kalırsa ikisi de yanlış. Nasıl üzümden hem sirke hem de şarap olabiliyorsa, sözün de savaşı kesen ya da başlar kestiren tarafı olabilir. Keskin sirke şaraplaşır, üzümün özüne ihanet etmiş olur. Söz anlamla, üzüm de sahibiyle bağını yitirmişse, paylarına yuvalanmak değil, yuvarlanmak düşer.

“Üzüm bir cemaattir” diyor Mustafa Kutlu. Hiç böyle düşünmemiştim; çünkü talkınla salkım arasındaki saf düzeninden cemaat değil, en iyi vaizler anlar. İnsan nasıl cemaatte gizli ise meyve de çekirdeğinde mahfuzdur.

İncir çekirdeğine sığmayan şeyler, gün gelir üzüm çekirdeğine kuruluverir. Sakın üzüm çekirdeği deyip geçmeyin ha, bir ilaç kapsülü mahiyetine bürünmüş apayrı bir şifa deposudur o. Siz deyin antioksidan ve antikanserojen, ben diyeyim mikrop savar ve hastalık savar.

Kaç üzüm çeşidi var aklınızda? Sadece üzümü yiyip çeşidini sormayanlardansanız bunu bilmenize elbette imkân yok. Öyleyse ben size yardımcı olayım. Tahannebi (tilhani de denir, mevsimin ilk olgunlaşan beyaz üzümüdür, Gaziantep kökenlidir), ihtiyar çökerten, tilki üzümü, yediveren (kırmızı asma üzümüdür), kuş üzümü (beyaz, ufak taneli, çekirdeksiz), dökülgen (helvacı üzümü de denir, beyaz tanelidir ve daha çok pekmez yapılır), nebidede (peygamber üzümü ya da dımışkı denir, kurutulmak içindir).
Türk kültürüne de bambaşka tat katar üzüm. Necati gibileri üzümün kendinden geçişine vurgundur, “Ben üzümün suyunu severim sofi danesin/ Zîrâ kimi kızını sever kimi anesin.” diyerek yolunu seçer.

Arkeolojik bulgulara göre üzümün vatanı Anadolu’dur. Bu bulgular İ.Ö. 4000-3500 yıllarına kadar uzanır. Her uygarlık üzümü kutsayıp tebcil etmiştir. Bir Gaziantep efsanesine göre kadının birinin çocuğu hastalanır, her yere başvurur ama bir çare bulamaz. İçlerinden biri vahşi ve evcil hayvanların sütlerinin karışımını içirmesini söyler. Kadın dağ dağ, diyar diyar gezer. Süt karışımını getirir ama geç kalmıştır. Çocuğunu kaybeden kadın, getirdiği süt karışımını bahçesine döker. Bahar vakti ekinlikten şimdiye kadar görmediği bir bitki çıkar. Kadın bu fidana oğlunun hatırası olarak bakıp onu büyütür. Birkaç yıl sonra bitki kol atar, meyve verir. Kadın tadına bakar ve çok beğenir. Bir kısmının suyunu çıkarıp şişelere koyup tavan arasına kaldırır. Birkaç yıl sonra tavan arasına çıktığında unuttuğu şişeler gözüne takılır ve onu içince neşelenip oynar, nara atıp şarkı söyler. Sesi duyan eşi, komşuları da şişedeki kalmış üzüm şırasından içip aynı şekilde davranırlar.

Üzüm Deyip Geçmeyin, Bağa Girin
Sevgili okuyucu, niyetimizin bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olduğunu elbette bilirsin. Üzümün türlü hallere girmesi çiğ süt emmiş olan insanın durumdan duruma geçebileceğine işarettir. Kendi başına su da toprak da hayatın asli unsurlarındandır; ama ikisi birbirine karışınca bambaşka bir terkibe dönüşüp çamurlaşıp çirkef olur. Maksadımız mey ile meyve arasındaki farkın altını çizmektir. “Bağa bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun” sözü gereği yediğimiz meyvede ne denli emeğimizin olduğunu düşünmemiz gerekiyor.

Dillerimiz farklı olsa da aynı hedefe yönelmiş dünyanın insanları olarak aynı şeyi söylüyoruz. Mevlana bunu anlatmak için en uygun metafor olarak “üzüm”ü seçmiş. Mevlana’nın dilinden anlatıldığına göre, adamın biri dört kişiye bir dirhem verir. Dirhemi alanlardan İranlı ben bu parayı ‘engûr’a vereceğim, Arap olan ‘inep’ alacağım, Türk ise, ben ‘üzüm’ isterim, Rum da ben de ‘istafil’ isterim, der. Aralarında anlaşamayan bu insanların her biri aslında aynı şeyi istemektedir. Mana dilini bilmedikleri için kavgaya tutuşmuşlardır. Farsça, Türkçe, Rumca, Arapça gibi farklı etnik kökene bağlı insanlar, farklı kelimelerle aynı şeyi ifade ettiklerini bilmiyorlar. Birbirlerini anlamadıkları için çatışma içerisine giriyorlar.
Kısır döngü içinde bitap düşmüş insanımızın bugünkü halini ne güzel anlatıyor bu üzüm metaforu. Demem o ki; üzüm deyip geçmeyin, bağa girin. Üzümü yemeden önce kime aittir, şöyle bir bağını sorun. Yedinizse çekip gidin oradan, bağcıya ilişmeyin. Oldu olacak konumuzu bir Tekirdağ türküsüyle noktalayalım: “Ak üzüm asmasıyım/ Fabrika basmasıyım/ Bana doktor ne lazım/ Ben sevda hastasıyım.”

Konfüçyüs’e Göre 5 Ağır Suç
1- Uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklik.
2- Aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık.
3- Çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık.
4- Herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek.
5- Hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.

Yazar: Hüseyin AKIN